bugün

entry'ler (337)

köpek

hüseyin abi geçimini çiftliklerde çobanlık yaparak sağlayan bir adamdı. yoksuldu, kimsesizdi, kırk sekiz yaşındaydı. doğrusu ya hayat ona pek cömert davranmamıştı. roman açılımından payını alamamış bir çingeneydi o. her daim açlığın soğuk nefesini ensesinde hissederek yaşamıştı. inadına neşeli, bol kahkahalı, deliler gibi apansız gülüveren bir adamdı. bir köpeği vardı. iyi ki de vardı. aslında köpek kimsenin değildi. en az onun kadar yalnız, en az onun kadar garipti ve başıboştu köpek. sokaklarda yaşayan, hiç kimseye minnet etmeyen bir köpekti. ama hüseyin abi yi gönülden severdi. hüseyin abi de onu severdi. sarıya çalan tüyleri olan, ağzı burnu biçimsiz, son derece tipsiz bir köpekti. ırkı soyu sopu belli değildi. herhangi birimizin yanında gezdirmekten gurur duyacağı o afili köpeklerden biri değildi anlayacağınız. hüseyin abi biçimsiz köpeğine “paşa” adını vermişti. bir paşanın ihtişamından çok uzaktı oysa. hüseyin abi nerede işe girse orada işe başlar, hüseyin abi kovulduğunda o da istifayı basardı. köy köy gezerlerdi birlikte. paşa alt tarafı bir köpekti. it dediğimiz, hoşt! dediğimiz köpeklerden biri.

köpek on iki bin yıl kadar önce evcilleştirildi. büyük bir ihtimalle evcilleştiğine pişman olmuştur ama geri de dönemez artık. bizzat koyun avlayan etçil bir hayvanken koyun sürüsü çeviren, çobanlara yarenlik eden, görev bilinciyle hareket eden bir hayvana dönüşmüştür. amca çocukları, hala oğulları olan kurtlara ve çakallara karşı eskiden yediği koyunları savunan bir hayvana dönüşmesi akıl alır şey değildir. ve bunu bir kuru ekmek karşılığında yapmaktan hiç şikayetçi olmamıştır.

doğadaki bu amansız var olma savaşında insanın safında yer alması için hiçbir neden yoktur aslında. o sadece sevmiştir insanı. insan tarafından yediği kazıklara aldırmadan inatla, azimle, kimi zaman canını dişine takarak yürümüştür homo sapiens in yanında.

köpekle çok farklı düzeylerde ilişkilerimiz oldu. antik mısır’da taptılar köpeğe, çin’de ise pişirip yediler. köpekler hayatımızda çok farklı görevler aldılar. kimi zaman engellilere yardım ettiler, kimi zaman uyuşturucu bulmak için bağımlı oldular, kimi zaman ise karda kışta göçük altında depremzede aradılar amma ve lakin yine yaranamadılar bize.

biz bunca vefa ve emek karşılığında kızdığımız insanlara "köpek!" diyerek hakaret ettik aklımız sıra. köpekleşmek ruhlarımızın orospulaşmasından daha kötüymüş gibi “köpekleşme!” dedik birbirimize. köpeğe benzetilmek onurumuzu kırdı. “köpek gibi sürünmek” “it gibi titremek” ağırımıza gitti.

oysaki köpek tahmin edemeyeceğiniz kadar onurlu bir hayvandır.
maskesiz ve riyasızdır. öfkesi de okunur gözlerinden sevgisi de. muhabbetinizden hiç sıkılmayan bir dert ortağıdır. sizi gerçekten sevdiğinden emin olabileceğiniz ender dostlarınızdandır. dostları için paramparça bir kavgaya atılmakta tereddüt etmeyen yiğitlerdendir.

olur olmaz ayaklarımıza kapanışı köpekleştiğinden değil, vefasındandır. ince hesapları ya da kafalarının karanlık tarafları yoktur. ya severler ya sevmezler. asla sever gözükmezler. kazık atmazlar. rüşvet almazlar, avanta peşinde koşmazlar, resmi dairelerde kadrolaşmazlar, soykırım ya da sömürü yapmazlar, kitle imha silahı üretmezler. bir fincan kahvenin hatırını kırk yıl taşırlar. mutlulukları da uçlardadır hüzünleri de.

hüseyin abi’nin paşa’sı geçen hafta çarşamba günü öldü. hızla giden bir kamyonun altında kalmış. yolun kenarına kadar sürüklenip orada can vermiş. hava soğuktu o gün. ince bir yağmur yağıyordu üzerimize. kötü bir gündü, kasvetliydi. paşa’nın ölümü yeryüzünü sarsmıştı sanki. dağ taş hüzne kesmişti. hüseyin abi bir gecede yaşlandı. paşayı tek kişilik büyük bir merasimle gömdü. sonra kulubesine kapandı. bir büyük rakıyı devirip sabaha kadar ağladı. “insandı o” dedi paşa için.
“insandı…”

giordano bruno

17. yüzyılda italya’da engizisyon mahkemesi ve dönemin yobaz hıristiyan tayfası, sırf dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü söylediği için galileo’nun anasından emdiği sütü burnundan getirmişlerdi. galileo iki kez toplanan engizisyon konseyinin baskılarını kabul etmediği için hayatının kalan kısmını ev hapsinde geçirmek zorunda kalmıştı.

giordano bruno çağdaşı galileo kadar şanslı değildi. engizisyon aynı gerekçelerle, yani dünya güneşin çevresinde dönüyor dediği ve bu konuda inatla direttiği için o’nu da kafirlikle suçlamış ve roma’daki campo die fiori meydanında diri diri yakmıştı. bruno’nun bedeni kül oldu evet ama savunduğu değerler hala insanlığa ışık tutuyor. bugün biz bruno’yu hayranlık ve minnetle anıyoruz fakat onun bedenini ateşe veren yobazlardan hiçbirinin adını dahi bilmiyoruz. işte bu yiğit adamın şu sözleri yaşam felsefesinin bir özeti gibidir;

“ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. bundan dolayı her yerde zorluklarla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”
güçlü olana karşı hakkın ve gerçeğin yanında durmak mangal gibi yürek ister. bu, insanlık tarihi boyunca hep böyle oldu. hayatınızdan memnunsanız, yani kaybedecek bir şeyleriniz varsa, sorun yaşamak istemezsiniz. hayatınızın hep böyle tatlı tatlı sürüp gitmesini dilersiniz. hiç kimse gereksiz yere risk almaktan hoşlanmaz. bu yüzden brunoların, galileoların sayısı azdır. ve onlar bu yüzden değerlidirler.

ölüm

hayır, ölüm herşeyi anlamsız kılmaz.
ölüm sömürgeci hırslarımızı, alev alev tutuşan öfkemizi, cam fanuslarda sakladığımız kinimizi anlamsızlaştırabilir ancak. hayata asıl değerini katan şeydir ölüm.

babamın akciğer kanseri olduğunu öğrendiğimizde artık herşey için çok geçti. bir günde bir silüet gibi karardı sanki. gözünün rengi soldu önce. sonra yatağında küçüldü giderek. hergün bir parçası ölür gibi usulca gidiyordu babam.

hala konuşabiliyorken ve her nefesini atmosferden sökerek aldığı günlerden birinde, bir tabak çorbayı bile içemezken üstelik, kavun istedi benden.
aylardan nisandı. karpuz tek tük gözüküyor ama kavundan haber yoktu. "hastaların böyle münasebetsiz istekleri olur bazen" dedi mahçupça. mahçup olamayacak kadar yorgundu aslında. baba dedim bu zamanda kavun bulsak da tadı olmaz ki. "olsun" dedi. "kavun bul sen gerisi önemli değil" eski bir dostla vedalaşmak ister gibi. yaza erişemeyeceğini bilir gibi...

kavun güzel bir meyvedir. eğer esaslı ise kokusu bütün evi sarar. babam severdi kavunu. ne kavunlar yedik bu evde neşe içinde. yaz sıcağında dolaptan çıkmış, doğranmış kavuna çatal batırmak nasıl bir coşkudur değil mi? bir lokma kavunu çiğneyebilmek aromasını damakta kokusunu burunda hissederek yutabilmek ne güzeldir. hayır ne yazık ki anlayamayacaksınız. anlamalısınız oysa. kavuna karpuza ve şeftaliye aşık olmalısınız. babam severdi kavunu, ben severdim babamı. aylardan nisandı. kavun henüz toprakta ve inatla bekliyordu babamı.

kısa süre sonra bir gece uyudu babam. uyandıramadık. nefes alıyordu ama yavaş yavaş boğuluyordu sanki uykusunda. çırpınmaya başladı ellerini kollarını bağladılar. gecenin üçünde acile kaldırdık. oradan da yoğun bakıma.

tam 14 gün ölümü bekledik hasretle. babamın gözlerinden de okuyordum bu hasreti. hepimizden fazla belki de. ne tuhaf insan babası ölsün diye bekler mi? insan babam bir ölse diye dua eder mi? ölüm kendini bu kadar naza çeker mi? allahım daha neyi bekliyorsun? makinaların arasında yatan bembeyaz kupkuru bu adam benim babam mı?

4 mayıs günü saat 11 de nihayet geldi ölüm. hastanenin morgundan aldık babamı. imamla beraber yıkadık. babam çok rahatlamış gibi yüzünde belli belirsiz bir tebessümle yatıyordu. çok yorulmuştu ve dinleniyordu. bu hali o kadar hoşuma gitti ki. aylardır bu kadar güzel uyurken görmemiştim onu. bir vuslatın neşesi vardı her halinde. şükrettim allah'a. babamı bu kadar güzel karşıladığı için ve ölümü yarattığı için. ve farkettim ki hayat kadar güzeldi ölüm. babam öyle gençlik günlerindeki öğlen uykuları gibi tatlı tatlı uyurken toprağın kucağına saldık onu.

babam gittikten bir hafta sonra ilk kavunu gördüm manavda. çok uzun bakamadım. "geç kaldın" dedim ama umurunda değildi. "ben zaten henüz yiyebilecek olanlar için gelmiştim" der gibi baktı suratıma. kızmadım ona. ne mutlu ağız tadıyla bir dilim kavun yiyebilene. ölüm herşeyi anlamsız kılmaz işte. hala yiyebiliyorken öfkeyle, kinle, hasetle ve hırsla kirletmeden tüketmeli kavunu, karpuzu, hayatı.

müslüman

ahir zaman yaramadı müslümana.
ondokuzuncu, yirminci, yirmibirinci yüzyıl hiç yaramadı. o kadar da söylemişti peygamber halbuki, uyarmıştı. ama tökezledi müslüman, yüzükoyun yere kapaklandı. üstü başı çamurlandı, tozlandı. tırnağından saçına kadar kirlendi.
günde beş kez abdest aldı, arınamadı.

çünkü yürekten inanmadı cennete. ne de cehenneme.
üç kuruşu bir arada görünce yeryüzünde bir cennet inşa etmeye koyulması bundandı. her yavşaklığının ardından suçu şeytana attı. oysa şeytan bu aralar çok yoğundu. içten içe biliyordu oysa sabah akşam "hayat bu dünyadan ibaret olabilir" diye kulağına fısıldayanın şeytan olmadığını. namaz yaşamın sırtında bir yüke dönüştü. biriktikçe boşalttığınız bir cerahat gibi akıttınız seccadeye onu. zekat servetinizin düşmanıydı. vicdanınız bir vergi memuru gibi kapıya dikildikçe siktiri çektiniz. sahabenin fedakarlıklarına ağlamayı islam sandınız. çok acılar çektiniz evet. ama bir köpeğin acı çektiği gibi çektiniz acıyı. ihlasınızdan değil başka çareniz olmadığı için sabrettiniz siz. acı bitince unuttunuz. acı çekene önce ağladınız sonra yine unuttunuz. kelimeye şehadet ettiniz ama onu da unuttunuz. asrı saadet bir kadim masal gibi. birbirinize anlatıp durdunuz.
asrı saadet asrı saadette kaldı siz işinize bakın.

allah'ın bir lütfu olarak çok para kazandınız. çok geçmedi para sizi kazandı. kapital tanrınız oldu, sizler ihlaslı kulları. asgari ücretle türbanlı kız emeği satın alarak müslüman kadına olan borcunuzu da ödediniz. nasıl olsa başka kapıda iş bulamazlar bu kıyağınızı unutmasınlar.

çabuk sıkıldınız ama. türbanlı kızı vitrinden indiriverdiniz. iş dünyası böyle demode fotoğrafları sevmezdi çünkü. allah'ınıza ortak ettiğiniz kapitaliniz size kızabilirdi. kadının başı örtülü olsun ama ortalarda pek gözükmesin. kadın bizim ihlasımızın bir nişanesi olarak kalsın böyle. dinimizin sancağı gibi dursun orada. kendinize müslüman olduğunuzu ispatlamanın başka yolu kalmadı. evinizde oturan, namaz kılan, allah'tan hakkıyla sakınan o kadın sizi sırat köprüsünden geçirecek. ahir zamanda bu kadının kahrını çekmek size cenneti getirebilir. bu dünyada ve ahirette sırtına binmek için elinizin altında bunlardan bir tane bulunmalı.

ağaçlarının altından ırmaklar akan cennet sizin villanızın yanında sönük kaldı gibi değil mi? ağaçları, ırmakları, huri kızlarını, yüzme havuzlarını, audi quattro larınızı yeni tanrınız size peşinen verdi bile. şimdi müslüman gibi görünmek size yeter. bazen görünmemekte de fayda var. zaman zaman yapacağınız, allah alışverişte görsün kabilinden bir takva gösterisi yeterli. arada da filistin'e ağlayıp ihh'ya üç kuruş gönderdin miydi tüm cennetler sizindir.
sahi, zihninizden geçirmeden, ağzınızdan dilinizden tükürür gibi okuduğunuz o surede ne demişti yaradan?
"asra yemin olsun ki insan ziyandadır..."
insan ziyandadır,
ziyanda.

sanctum

nefes darlığı yapan film.

--------- spoylır-------
amerikan sinemasında bir ekibin sikim gibi ortamlara girip sonra da teker teker öldükleri o kadar çok film var ki. 2011'de hala bu klişeyle senaryo yazmak denyoluğun bir tık üstüne tekabül ediyor kanımca. based on a true story diyorsunuz eyvallah diyoruz ama kimse de çıkıp demiyor ki bilader bu arkadaşlar neden periyodik olarak onbeş dakkada bir ölüyorlar? neden hiç aynı anda iki kişi birden ölmüyor mesela?

çünkü yönetmen film süresince ekiptekileri iktisatlı bir şekilde harcama gayreti içinde. topu topu 8-10 kişi var ekipte öyle har vurup harman savurmamalı. üç beş tanesini daha filmin başında paldır küldür öldürüp film boyunca başka kimse ölmezse seyirciler paramızı istiyoruz diye gişelere hücum ederler.

bir de can çekişen birini apar topar boğma durumları var bu arkadaşların. es kaza ayağınız falan kırılırsa sıçtınız. hemen hayırsever biri gelip boğuyor sizi. neymiş acı çekmeyecekmişiz. lan yarraam zaten canım yanıyor bir de ciğerlerimi patlatmanın manası var mı! kati surette uyulması gereken bir prosedür gibi uygulanıyor bu boğma işi.

bir de eldeki kısıtlı imkanlarla ekiptekileri öldürmek için baya bir kafa patlatmışlar belli ki. hatunun saçı makaraya takılıyor. eleman sırtüstü yere düşünce onun için özel olarak imal edilmiş bir dikit ciğerleri deliveriyor falan. şanssız devenin çölde bir kutup ayısına rastlama ihtimali bile daha fazla aslında. eldeki imkanlarla gerçekleştirilebilecek maksimum talihsizlik elde edilmiş.
bravo diyorum vallahi bravo. üç arkadaş gittik filme. bu dramatik hikayeyi izlerken gülmekten altımıza işiyorduk. tamam biz hafiften kafadan çiziğiz ama sizin filmde de bir y.raklık var gibi.

------------- sıpoylır bitti --------

fatmagül ün yengesi

kara kışta derin dekolteyle gezen yengedir. kerim boğazlı kazakla geziyor yengemiz memeleri havalandırıyor. hayırsever bir vatandaş su tutsun şunun üzerine.

cennette kişi başına kırk huri düşmesi

rakamlar dışında huri gerçeği yadsınmamalıdır. kafa bulunacak bir mevzu da değildir aslında. fakat bu konuda bir derdim var ki bir anektodla açıklamadan duramıycam.

birgün cami kahvesinde cuma namazını beklerken muhtemelen artık penisleri sertleşmeyen iki ihtiyar amca arasında şöyle bir diyalog yaşanmıştı;

- muharrem efendi cennette kırk huriyle nasıl başa çıkıcaz biz yav?
- e oğlum allah da sana ona göre bir kuvvet verecek tabi...

düşünsenize sonsuz bir ereksiyon hali içindesiniz. bu amcalar cennete bir varsınlar allah yarattı demeyecekler belli. baya bir plan yapıyorlar. fizibilite çalışmalarına başlamışlar.

onların bu hallerinden resmen tiksindim.

bu adamlar afrodizyak olarak dut pekmezinden medet uman sinirlendiklerinde ellerindeki bastonu erekte bir penis gibi şaha kaldıran amcalardır. kırk sene islamla yaşayıp işin özünü kavrayamamış zavallı ihtiyarlar. bir çınar ağacının altında huri fantezileriyle avunan heyecandan takma dişleri ağızlarından fırlayan moruklar sürüsü.

be güzel amcacığım yetmiş yaşındasın bembeyaz sakallısın gören de bilge biri sanıp feyz almaya gelir. cennette yiyip içip mala vurucaz şeklinde bir algı yaratmak zihniyetinizde bir sakatlığa işaret ediyor. huri dedikleriniz sizin seks köleleriniz değiller. huriler size yarenlik edecek sevgililerdir. bir huzur ikliminde seyretmeye bile doyamayacağınız estetik harikalar olarak tasavvur etsenize. geçim derdi yok. ölüm riski yok. kanser yok. yoksulluk yok. bir çift güzel göz size bakıyor ne kaprisi var ne dırdırı... tatlı tatlı muhabbet ediyorsunuz hayal etsenize! hayır, çok canın çektiyse seviş tabi "hoop bilader!" diyen olmaz. ama huriyi vajinaya indirgersen asabımı bozarsın. hatta bozdunuz bile. porno film atmosferinde grup seks hayali kurmayın lan allah sizi davul etsin! cennete gelmişsiniz hala düzüşme peşindesiniz. nasıl adamlarsınız lan siz?

beklemek

ömrün zehiridir.
ve insan kendi ömrünün tükenmesini bu kadar arzuyla bekleyen tek canlıdır.

biscolata starz

evli bir erkek olarak ikilemlere sürüklemiştir beni.
çok merak ediyorum tadını ama alamıyorum ki... hayır ben alsam ibne diyecekler hanıma aldırsam gavat diyecekler ne skim iş lan bu!

bir milyon canlı para

süper bir yarışma en çok da soru kategorilerinin isimlerine hastayım

"götünün üzerinde sürünenler"
" karpuz kestim yer misin"

- eee biz götünün üzerinde sürünenleri seçiyoruz...

bu ne lan? aman yarışmacı sorular hakkında bir ipucu yakalamasın. bir milyonu kaptırırsanız patron ziker sizi .

tatil kitabı

sinsi sinsi birşeyler öğretmeye çalışan kitaplardı bunlar. hani şu "eğlendirirken öğreten" dedikleri cinsten. bulmaca bilmece ayağına bize inceden dört işlem yaptırmaya çalışıyordu. böyle de hain bir kitaptı.

oysa biz kitapların bize birşeyler söylemesinden çok sıkılmıştık. yaz gelmişti. mahallemiz cıvıl cıvıl ve rengarenkti. günler inadına uzun, meyve tabağındaki kirazlar kıpkırmızıydı. yakan top, uzun eşek ve istop bütün kış bizi beklemekten yorgun düşmüşler, sokakta sabırsızlanıyorlardı. bütün kış çok üşümüş, karanlık sabahlarda okulun yolunu tutmuş ve soğukta titreyerek andımızı okumuştuk. tırnaklarımızın kısa kalması ve saçlarımızın bitlenmemesi için gayret etmiştik. haketmiştik biz tatili ve yazı. güneşin tenimizi ısıtmasını ve denizin tuzunu fazlasıyla haketmiştik. ne istediniz lan bizden! niye yanımıza tadımızı kaçıran bir kitap koydunuz ha? kışın her dediğinizi yapmadık mı eşşoğlueşşekler... afedersiniz.

işte bu yüzden tatilde milli eğitim bakanlığıyla ilgili herhangi bir obje görmek istemiyorduk. açık söyleyeyim biz kıyasıya haylazlık yapmak ve mümkünse bütün gün boş boş oturmak istiyorduk. yasadışı işler yapmak, otoriteye isyan etmek, sözgelimi komşunun şeftali ağacına dalmak istiyorduk. ha bir de bisikletle çok uzaklara gidip annemizi meraktan deliye çevirmek istiyorduk. yok yere mahalle savaşları çıkarmak birilerinin kafasını yarmak istiyorduk. senenin iki-üç ayı çizgi film seyretmek, akşama kadar "it gibi" sokakta oyun oynamak ve akşam yemeğini yedikten sonra da bir köşede sızmak... işte hayatın anlamı buydu. boş zamanlarımızı "faydalı şeylerle" değerlendirmek gibi ideallerimiz hiç olmadı bizim. faydasız ve gereksiz işleri deli gibi özlemiştik çünkü.

ama tatil kitabı bir ajan gibi sızmıştı içimize. bizim lüzumsuz hallerimizi merkeze rapor eden bir casus... tatil kitabını bizi göremeyeceği bir yere kaldırıp yaz sonuna kadar ortamdan uzak tutmak en iyisiydi. evet evet karşılaşırsak bir tatsızlık çıkabilirdi.
tatil kitabı eylül ayına kadar gardropun üstünde tozlanmalıydı. ve öyle de oldu. pişman değilim.

lale devri

yav aslında ben izlemiyorum bu tip şeyleri ama insan maruz kalıyor bazen.
yine "köklü aile" ski var bu dizide. amma ekmeğini yediler be. "biz falancalarız o kız bize layık değil oğul!" diyen bir de yaşlı kadın var. anladığım kadarıyla bu yaşlı kadınların başka bir misyonu yok "o bize layık değil" kontenjanından girmişler diziye.

yalnız ne aileymiş arkadaş. biz karahanlarız... yok efendim biz akdağlar familyasındanız... nasıl bir aidiyet duygusudur nasıl bir ailecilik faşizmidir bu anlamadım ki.

ama inceden de imreniyorum bunlara sanki. eşimle evlenirken "bizim aileye layık olabilecen mi canım?" diye sorsaydım "hassiktir" derdi muhtemelen. neticede babam iett'den emekli anam da ev hanımı. ah ulan o tadı yaşatmadılar bana! el kızını soyadımla ezemeden geldim geçiyorum.

funda

funda yedi yaşında bir kız idi. 1982 yılının en güzel şeyiydi o. bembeyaz yüzünde inatla ışıldayan iri, kapkara gözleri vardı. yaşama sevinci vardı o gözlerde. hayat ne kadar güzeldi funda gülerken. tanrısal bir büyü beklerdi kirpiklerinde. yaz sıcağında karpuz yiyen, akşamüstüne doğru saçları rüzgarda yanaklarına yapışan bir kızdı. düşüp dizlerini yaraladığında uf olan yerlerini öpmek istediğim yegane kızdı funda.
sabah kalktığımda içimde birşeyler pır pır ederdi. funda taa şuramdaydı. funda'yı görmeden geçen her gün ziyandı. boşa yaşanmıştı.

sonra mahalleye bora adında bir çocuk taşındı. sahi tanrı bana neden böyle birşey yapmıştı ki? bora'nın, yeleğiyle, şapkasıyla, topukları mahmuzlu çizmelerine kadar tam takım bir kovboy elbisesi vardı. kısa sürede kasabamızın şerifi oluverdi. bora 1982'de bahçelievler'de yaşayan bir çocuk. nereden buldun o elbiseyi be eşşoğlueşek! bora'nın kılıfından çıkardığı siyah ve parlak tabancası her allah'ın günü bize küfür ediyordu.

bir hafta sürmeden funda'nın iri gözleri usulca bora'ya kaydı. funda ellerini yanaklarına koyup bora ne derse dinleyen salak bir kıza dönüştü. benim güzel fundam nereye gitti? hala oralarda bir yerde olmalıydı. aklımı kaçırıcam. benim fundam gamzelerini, gülüşlerini bora'ya verdi. tebessüm ettiği zaman gözüken o tavşan dişlerini bora seyrediyordu artık. oysa bora asla bilemezdi aşkı ve funda'yı. kedilerin kuyruğuna teneke bağlayan, sapanla kuş avlayan taş kalpli bir piçti o. pes etmeye niyetim yoktu ama funda'nın gözleri gözlerime değsin diye çırpındıkça maymunlaşıyordum sanki. bora onu tersledikçe karizmatik oldu, ben yaltaklandıkça zevzek...

günler böyle azap içinde geçerken funda birgün evinin penceresinde salçalı ekmek yerken dedi ki "babamın tayini bolu'ya çıktı." anneme koşup "tayin ne demek anne?" dedim. annem "gidiyorlar yavrum" dedi. içimden birşey koptu. ertesi gün funda'yı bir bedford kamyonuna yüklediler. aşka dair ne varsa bir kamyona sığdırdılar. bedford hoyratça gaza bastı. egzoz dumanı simsiyah içime doldu. içimde kaldı. bir taş salladım bedford'a. funda'mı aldı götürdü diye. hava kararıyordu. kış geliyordu, funda gidiyordu. ben şimdi nasıl yaşayacaktım? sonra gözlerim bora'yı aradı sokakta. bora'yı nergis adında bir kızla gülüşürlerken yakaladım. bir taş da bora'ya salladım. bora'nın kafası yarılıverdi. salya sümük ağlarken bir taraftan da annesine parmağıyla beni gösteriyordu. bora ağlıyor ben ağlıyorum. öyle güzel ağlıyorum ki bir günahtan arınır gibi. sessizce.
bora ağlıyor ben ağlıyorum.

bir yastığa baş koymak

yüzyılın unutturduğu birşey var bize;
bir yastığa baş koymak, bir yola da baş koymaktır.

murat bardakçı

zulümdür, ayıptır, cinayettir.

geçenlerde tarihin arka odasında neler oluyormuş hele diye baktıydım. yine pelin batu'ya o pancar motorusesiyle gürlüyordu. yav ben bu adamı birine benzetiyorum ama kime diye düşünürken hatırlayıverdim. tabii yav gölge oyununun karagözü bu be! onun gibi aksi ve laftan anlamaz bir adam. bir hacivatı da yok ki arada gazını alsın coştukça coşuyor. huysuz bir ihtiyar gibi ne deseniz yaranamazsınız. on dakika boyunca kendisini tekrarlayan bayık cümlelerle birilerine ayar verdi. pelin batu "he abicim he..." mealinde bişeyler geveliyor ama bizimki hırsını alamıyor bir türlü. ben de pelin batu'nun ağzını burnunu seyrettim biraz ama baktım olacak gibi değil vallahi pelin bikini giyip domalsa çekilecek çile değil. sonuçta değiştirdim kanalı. arada başka kanallara zıplayıp dönüyorum bakıyorum bitmemiş hala saydırıyor. gazetedeki köşesini okurken hiç olmazsa o gevrek sesini o bozuk diksiyonunu duymuyorduk. ne günah işledik de bu cezaya düçar olduk anlamadım ki?

perihan savaş

aklımda hep hüzünlü bir tebessümle yılmaz zafer'in kolunda kısa adımlarla yürüyen o vefakar kadın olarak kalacaktır. sevdiği adamın gözlerinin önünde bir çocuğa dönüşmesine şahit olmuş bir kadındı perihan savaş. 1994 yılının güzel bir bahar günü ciddi bir kalp krizi geçiren yılmaz zafer hayatta kalmayı başarmıştı. fakat sonrasında beyin hücreleri zarar gördüğü için yemeğini yemekten aciz bir insan oluverdi. bir rüya gibi başlayan ve aynı güzellikle süren evlilikleri ansızın bir kabusa dönüşmüştü.

perihan savaş, hayat arkadaşı bu dünyadan sessizce gidene kadar ellerini hiç bırakmadı. ağzına kaşıkla çorbalar verdi. bezlerini değiştirdi. bir adamın bedenininde bir çocuğu taşımak ne zordur. kaçmadı, yılmadı, taşıdı. aşkı paylaştığı, geceler boyu doyumsuz sohbetler ettiği, seviştiği adam "abla" diye, "anne" diye seslendi ona. aşık olduğu adamın gözlerinden bir bebek bakıyordu gözlerine artık. daha büyük bir acı hayal edemiyorum. ölüm bile daha sevimli geliyor sanki. çoğunuz hatırlamazsınız ben ise unutamıyorum. bu sebepledir ki derin bir saygı duyarım perihan hanıma.

emre aydın

herdaim depresif gibidir.
neşeli bir şarkısı yok mu bu adamın yahu! hep bir hüzün hep ufka bakan o buğulu gözler. kahredici duvarlar ve isyankar dalgalarla dolu koyu renkli klipler...
ama eğri oturup doğru konuşmak lazım çocuk da hakkını veriyor hüznün.

seni seviyorum

duydunuz zilin sesini yarışma başladı.

bir şekilde bu sözün muhatabı olduysanız geçmiş olsun. artık sevilmeye değer kalabilmenin savaşı içine girdiniz demektir. bakın siz şimdi yeryüzündeki diğer altı milyar insandan bir adım öne çıktınız.
çok göze battınız bu sıralar ve işte sonunda olan oldu. seni seviyorum olanca ağırlığıyla omuzlarınıza bindi. seni seviyorum öyle ağır ki artık ne yapsanız olmaz.

en iyisi elde avuçta ne varsa vermek sevgiliye. bir de allah ne verdiyse sevip kurtulmak.

küçük sırlar

bu skim sokum gençlik dizileri iyice gına getirmiştir.
birgün de bu dizi karakterlerinden biri çıkıp "japonya'nın osaka şehrinde yapılan matematik olimpiyatlarında ülkemize bir altın madalya kazandırdım arkadaşlar!" diye girse ortama oturup ağlayacam yemin ederim. sarılıp ekranı öpücem.
bir grup liseli kızla bir grup liseli erkeğin değişik kombinasyonlarla seviştiği bu diziler türk gençliğine ne veriyor? geçen bölümde kızlardan biri sınıfta ayaküstü yalayacaktı çocuğu nerdeyse bu ne lan! beverly hills 90210mu lan burası!

bisküvi arasına lokum koymak

çocukluğumu rezil eden faktörlerden biridir.
babam bir karton bisküvi ile bir ton kadar lokum alırdı eve. ne vakit çikolata, dondurma, şekerleme istesek pötibörün arasına lokumu basar dayardı burnumuza. kendince böyle bir çözüm bulmuştu abur cubur sorununa. çok geçmeden içimiz dışımız lokum oldu. etimiz budumuz lokum oldu. tepeden tırnağa lokuma kestik. lokum dişlerimize yapıştıkça hayattan tiksindik.

bu işin piri falan değilseniz lokumu sıkıştıtırken bisküvi daima kırılır. bisküvi üzerimize dökülür yok olur. lokum çırılçıplak kalır. ağzınıza atıverirsiniz. lokum zehir gibi tatlıdır. ikinci lokum genzinizi yakar üçüncüde mideniz bulanır. lokumlu bisküvi demeyin bana. lokumun bir de gül kokanı var. lokumun gül kokanı apayrı bir sadistliktir o konuya hiç girmek istemem. yediğim herhangi birşeyin gül kokmasını niye isteyeyim yahu? lokumlu bisküvi zulümdür. günahtır. yazıktır.